Türkiye’de feminist hareketin gündemleri ve güncel eylem alanları
İçindekiler
A. Haklara, kazanımlara müdahaleler
TCK’ya müdahaleler
Nafaka hakkına saldırılar
İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış
B. Eylemlere, örgütlenmeye yönelik engellemeler
Feminist Gece Yürüyüşü, Onur Yürüyüşü ve kadın eylemlerine saldırılar
Operasyonlar, tutuklamalar ve cezaevlerinin durumu
C. Türkiye gündemlerine feminist müdahaleler
Ekonomik krizin feminist değerlendirmesi – Yoksulluğa Feminist İsyan
Aile politikaları, toplumun din temelli şekillendirilmesi ve Diyanet’in yeri
Savaş ve ırkçılık karşıtı mücadele
Bu bilgi notu Cinsiyet Eşitliği Politikaları Derneği için Feride Eralp ve Selin Top tarafından yazılmıştır.
CEPD, özel olarak çalışma yaşamında cinsiyet eşitliği ile ilgilenmektedir ancak toplumsal cinsiyetle ilgili güncel konular ve sorun alanları hakkında kapsayıcı şekilde bilgilenmesi kendi alanında deneyimli olması açısından elzemdir. Bu bilgi notu, hem CEPD’nin çalışanları hem de derneğin danışmanlık verdiği kurum ve kişiler için destekleyici olması amacıyla hazırlanmıştır.
2022
Türkiye’de feminist hareketin mevcut gündemlerini düşünürken üç temel hat üzerinden ilerlemek mümkün. Bu hatları, kadınların haklarına ve kazanımlarına müdahaleler (TCK maddeleri, nafaka hakkı, İstanbul Sözleşmesi’ne saldırı), kadın hareketinin, feminist hareketin ve LGBTİ+ hareketin eylemlerine ve örgütlenmelerine getirilen engellemeler (Feminist Gece Yürüyüşü ve Onur Yürüyüşü’ne yasaklar, Kürt kadın hareketine operasyonlar) ve Türkiye’de gündemdeki konulara ilişkin (yoksulluk, kriz, savaş, göç, aile vb.) feminist politika üretmek olarak ifade edebiliriz. Bu bağlamda, feminist eylemlilikler, çoğunlukla savunmacı bir konumdan, devlet ve kimi erkek egemen toplumsal odakların müdahalelerine karşı mevcut olanı koruyabilmek üzerine şekilleniyor. Elbette tüm bu hatların içinde kadın cinayetleri ve erkek şiddetine karşı mücadele yalnızca güncel bir mesele değil, son 40 yılın temel feminist politik gündemini oluşturuyor. Bu yazıda, bu üç hat üzerinden Türkiye’de güncel feminist politikaya değinmeye çalışacağız.¹ Feminist hareket politika yaparken kimi zaman feminizm zemininde buluşan örgüt, grup ve kişilerle kampanyalar yürüterek, kimi zaman da feminist olmayan kadın örgütleriyle de ortak platformlarda yan yana gelerek ilerliyor.
A. Haklara, kazanımlara müdahaleler
2000’lerin başları kadın hareketi ve feministler açısından çeşitli kazanımlara sahne olurken, 2011 yılında İstanbul Sözleşmesi (Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi) imzalanmış, 2012 yılında 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Dair Kanun çıkarılmışken, özellikle 2010’ların ikinci yarısından itibaren mevcut hakların geri alınmaya çalışıldığını görüyoruz. Dolayısıyla, feminist mücadelenin önemli gündemlerinden birini de bu, dünyayla eşzamanlı ilerleyen, toplumsal cinsiyet karşıtı (anti-gender backlash) hareketlere ve bu ideolojiden beslenen hak gasplarına karşı durmak oluşturuyor. Bu bağlamda, son yılların tekrar eden konuları arasında çocuğa karşı cinsel istismar suçunu düzenleyen 103. madde başta olmak üzere Türk Ceza Kanunu’na (TCK), nafaka hakkına yönelik müdahaleler ve İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme yer alıyor.
- TCK’ya müdahaleler
2005 yılında TCK Kadın Platformu çerçevesinde bir araya gelen feministlerin mücadelesiyle değiştirilen Türk Ceza Kanunu, son yıllarda kazanımlara göz dikilmesiyle tekrar feministlerin gündemine geldi. Bu gündemleri, cinsel istismar maddesi (TCK 103), yargı paketleri, TCK kapsamında olmasa da ilişkili sayılabilecek İnfaz Yasası şeklinde sıralayabiliriz.
İlk olarak 2016 yılında Boşanma Komisyonu Raporu (Aile Bütünlüğü, Boşanma Olayları ve Aile Kurumunun Güçlendirilmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu) ile gündeme gelen TCK 103 değişikliği, cinsel istismar suçuna maruz kalan (yani 15 yaş altı) çocukların 5 yıl boyunca “başarılı ve sorunsuz” evlilik yapmaları durumunda failin affedilmesini öngörüyordu. Bu değişiklik, o dönemde vekillerin TBMM’yi terk etmesiyle ve kadın hareketinin çok farklı kesimlerinin tepkisiyle engellendi. Kadın Cinayetlerine Karşı Acil Önlem Grubu İstanbul’da kalabalıkların katıldığı eylem çağrıları yapmıştı. Ancak aynı TCK 103 madde değişikliği, farklı şekillerde formüle edilerek konu olmaya devam etti. “Erken Evlilik Mağdurları” adı altında bir platform örgütlenerek nafaka ve benzer tartışmalarda gördüğümüz gibi lobi grupları oluşturuldu. Bu ve buna benzer, kadınların haklarına müdahale ederek erkek egemen bir aile yapısını tahkim etmeye çabalayan, LGBTİ+ların varoluşunu hedef alan lobi grupları, oldukça küçük olmalarına rağmen, son dönem siyasetin sesi çok çıkan kesimlerinden oldular. Bu gruplar, bir süredir kız çocuklarının çok küçük yaşta evlendirildiği, Medeni Kanun’dan kaynaklanan haklarına sahip olmadıkları, boşanma durumunda yalnız bırakılacakları için evlilik içinde şiddet ve sömürüye mahkum edildikleri bir düzeni yasallaştırma çabası içerisindeler.
2016 yılındaki evlilik affı teklifinin geri çekilmesine rağmen, yasada 12 yaş üstü ve altı arasında bir cezai fark yaratarak 12-15 yaş arasında rıza konusunda bir muğlaklık oluşturuldu. Resmi nikâh olmaksızın imam nikâhının suç olmaktan çıkarılmasıyla birlikte bu, çocuk yaşta evliliklere kapı aralamış oldu. Bu konu o yıldan itibaren sürekli gündemde kaldı. Son günlerde ülke gündemini sarsan 6 yaşında bir kız çocuğunun Hiranur Vakfı içerisinde evlendirilmesini, ailesinin de evliliğin 6 değil 13 yaşında gerçekleştiğini iddia ederek (TCK 103 kapsamında yine de suç teşkil etmesine rağmen) “savunma” yapmasını mümkün kılan düzen bu şekilde oluşturuldu. Feminist hareket bir yandan akran cinselliği ile çocuk yaşta zorla evlilik arasındaki farkı² ifade ederek tartışmayı sürdürmeye çalışırken, istismarcıları affetmek isteyen çevreler ise “fail” ve “mağdur” arasında 10-15 yaş gibi yaş farklarını ve “aile kurmuş olmalarını” cezadan muaf tutmak için koşul olarak önerdiler. Uzun süren yargılamalar nedeniyle 10 yıldır evli ve çocukları olan kadınların kocalarının cezaevine girmesinin yarattığı mağduriyet, çocukların evlendirildiği bir düzeni yasalaştırma bahanesi haline getirilmeye çalışıldı.
Sonrasında, 2019 yılında 2. Yargı Reform Paketi’yle, TCK 103’e dair çok tepki çeken ve kadın hareketinin “istismarcıların affı” olarak karşı çıktığı bir ceza ertelemesi getirildi. İlk olarak 2016 yılında bir araya gelen TCK 103 Kadın Platformu, “tek kerelik” olarak ifade edilen affın tekrar gündeme gelmesi üzerine 2020 yılında yine eylem çağrıları yaptı. Farklı illerin kadın platformları ve Kadınlar Birlikte Güçlü grubu sokağa çıktı. Bu af hiçbir zaman açıkça geçirilememiş olsa da, pandemi sürecinde (Nisan 2020) çıkan İnfaz Paketi’yle birlikte istismar suçundan ötürü cezaevinde olanların büyük bölümü serbest kalmış oldu. Feministler bu af çabalarının aile politikalarıyla birlikte düşünülmesi gerektiğini vurgulayarak mücadelelerine devam ediyor.
TCK bağlamında tek tepki çeken yargı paketi 2. Yargı Paketi olmadı. Artık 6.’sının yasalaştığı bu paketlerle yeniden şekillenmeye çalışılan yasal çerçeve büyük oranda kadınların aleyhine oldu. Bu nedenle, 2020 yılının sonunda TCK 103 Kadın Platformu’ndan Eşitlik için Kadın Platformu’na (EŞİK) dönüşen platform bu paketlere karşı açıklamalar yayınladı. Örneğin katalog suçlarda (cinsel istismar ve cinsel saldırı dahil) “somut delil” şartı getiren ve kasten yaralama, öldürme, eziyet gibi suçlarda ağırlaştırıcı hükümlere boşanmış eşler eklenirken evli olmayanları kapsam dışı bırakan 4. Yargı Paketi’ne tepki gösterildi. Bu yargı paketiyle getirilen somut delil şartı sonrasında pek çok cinsel istismar ve cinsel saldırı yargılamasında faillerin beraat etmesine sebep oldu.
Öte yandan, 2020’de getirilen infaz indirimiyle oluşturulan yeni infaz rejimi, eş zamanlı olarak cezalar ağırlaştırılırken kadına yönelik şiddet faillerinin daha az süreyi cezaevinde geçirmesine yol açtı. Yani uygulanmayan ve uygulanmayacak olan bir ceza politikası ortaya çıktı. Ceza miktarları ağırlaştırıldıkça, ceza verilmesinin ve uygulanmasının zorlaşacağını, bunun bir cezasızlık politikasına sebep olacağını 2010’ların başından beri dillendiren feministler haklı çıktı. İnfaz paketiyle açık cezaevlerinde olan veya açık cezaevine geçmesine 1 yıl olan hükümlüler izne çıkarıldı; pek çok kadın kendisini öldürmeye teşebbüs eden erkeklerin salıverildiğinden haberdar bile edilmedi ve bu yeni kadın cinayetlerine sebebiyet verdi. Kadın örgütlerinin gerekli tedbirler alınmaksızın yapılacak salıvermelerin kadınların canına kast edebileceği ve erkek şiddetini meşrulaştıracağı konusunda uyarıları dikkate alınmadı. Böylece önleme ve koruma politikası yerine, uygulanmayan ağır cezalara dayalı bir sistem kalıcı hale geldi. Bunun sonucu olarak da erkek şiddetine cezasızlık, ancak sosyal medyada gündeme getirilip de görünür olunca adalete erişim, en sık dillendirilen gündemlerden biri oldu.
- Nafaka hakkına saldırılar
Nafakanın boşanmaları artırdığını, aile yapısına zarar verdiğini ve özellikle babaların nafaka sebebiyle “mağdur” olduğunu söyleyen mevcut iktidar, dönem dönem kadınların nafaka hakkını tartışmaya açıyor. Nafaka hakkı, çekirdek aile içerisindeki yapısal eşitsizliğin bir itirafı gibiyken devlet sık sık bu hakkı kaldırma, süresini kısıtlama gibi müdahale girişimlerinde bulunuyor. Her defasında feministler, STK’lar ve kadın örgütlerinin tepkisi ile karşılaşıyor ve yasa tasarısını rafa kaldırmak zorunda kalıyor.³
Nafaka hakkının toplumsal olarak tartışıldığı bir dönem olarak 2016 senesinden bahsedebiliriz. Yukarıda da ifade edildiği üzere, TBMM Boşanma Komisyonu, 2016’da hazırladığı raporunda, ailenin güçlendirilmesi önünde bir engel olarak görülen nafakanın sınırlandırılması yönünde görüş bildirdi. Bunun üzerine kadın örgütleri ve feministler (ve Kadın Cinayetlerine Karşı Acil Önlem Grubu gibi platformlar) hem basın açıklamaları hem sokak eylemleri düzenledi.
2018 yılına gelindiğinde, bu rapora bağlı olarak Medeni Kanun’un 175. ve 176. maddelerinde değişiklik yapılacağına dair haberlerin çıkması üzerine konu yeniden feminist hareketin gündemine geldi. Bu düzenleme teklifi de yine yoksulluk nafakasına süre sınırı getirmekle beraber nafakanın kaç sene evli kalındığı, çocuk olup olmadığı, boşanan kadının yaşı, geliri, “kusur” durumu gibi kriterlere bağlanmasını içeriyordu. Halbuki zaten boşanan kadının geliri, gelir durumunda değişiklik olması mevcut yasada da nafakanın yeniden değerlendirilmesi için gerekçe olarak belirlenmiş durumda. Bu yasa değişikliği de kadınların mücadelesiyle engellendi.
2019 yılında meclisin açılması ile birlikte nafakada düzenleme yapılacağı yönünde bilgiler yeniden dolaşmaya başladı. Buna karşı Kadınlar Birlikte Güçlü gibi platformlar harekete geçti. Ayrıca önceki yıllarda nafaka hakkını savunmak için açıklamalar yapan feminist dernekler Nafaka Hakkı Kadın Platformu’nu kurdu, 15 binin üzerinde imza topladı ve basın açıklamaları yaptı. Bu platform aynı zamanda toplumda yoksulluk nafakası hakkında yayılan yanlış bilgilere karşı kadınların “Nafaka Hikayeleri”ni paylaşarak uygulamada yaşananlara ışık tuttu. Bu süreçte iktidara yakın gazetelerde “süresiz nafaka mağdurlarını mutlu edecek haber” olarak servis edilen Türk Medeni Kanunu’nda değişiklik yapılmasına dair kanun teklifi gündeme geldi. Bu kanun teklifinde hem nafakaya süre sınırı getirmek hem de aslında evlilik içindeki yapısal eşitsizliğin altını çizen nafaka ifadesi yerine “evlilik bitimi sonrası katkı” ifadesi öneriliyordu. Ancak kanun değişikliği kadınların itirazıyla yine engellendi. 2020-2021 yılları boyunca sosyal medya, sokak eylemleri, bilgilendirme çalışmaları yoluyla feministler nafaka konusunu sürekli gündemde tuttu. Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı da nafaka hakkına saldırılar karşısında hazırladığı bir rapor yayınlandı.
2022 yılına geldiğimizde hükümetin 6.Yargı Paketi ile nafakaya süre kısıtı getireceğine dair haberler çıktı. Aynı pakette, sadece nafaka hakkı değil, boşanmaların zorlaştırılması için farklı düzenlemeler öneriliyordu. Bu haberlere karşı Kadınlar Birlikte Güçlü sokak eylemleri yaptı. EŞİK platformunun ve Boşanma ve Nafaka Hakkı İçin Feministler’in açıklamaları oldu. Nafaka Hakkı İçin Feministler’in açıklamasında nafaka hakkının kadınların eşitlik mücadelesindeki önemi ve devlete düşen görevler özetlenmişti. Bu yargı paketi de şimdilik rafa kaldırılmış durumda.
- İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış
2011 yılında İstanbul’da imzaya açıldığı için kısaca “İstanbul Sözleşmesi” adıyla anılan ve Türkiye tarafından ilk imzacı olarak 2011 yılında imzalanan, 2014 yılında da TBMM onayıyla yürürlüğe giren Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi, 2020 yazından itibaren tekrar feminist hareketin ve kadın hareketinin en önemli gündemlerinden biri haline geldi. Bir süredir kadınların nafaka hakkına ve TCK 103’e karşı kampanya yapan, 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunun kaldırılması veya tırpanlanması için çaba gösteren ‘erkek mağduriyeti’ odaklı lobi grupları ve dini tarikatlar İstanbul Sözleşmesi düşmanlığında ortaklaşıyordu. 2020 yılının Temmuz ayında AKP Genel Başkanvekili Numan Kurtulmuş’un Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden imzasını çekebileceğini söylemesi üzerine bu saldırı yükseldi ve hükümet düzeyinde örgütlenmesi hızlandı.⁴
Feminist hareketin ve kadın hareketinin ülke genelinde tepkisi hızlı oldu, pek çok kampanya örgütlendi. #İstanbulSözleşmesiYaşatır, #İstanbulSözleşmesiniUygula #İstanbulSözleşmesindenVazgeçmiyoruz gibi etiketler uzun süre gündemden düşmedi. İstanbul Sözleşmesi’nin bilinirliğinin artması ve farklı toplumsal kesimlerin ve kurumların sözleşmeden yana taraf olması sağlandı. İstanbul’da da “İstanbul Sözleşmesi’ni Uygula Kampanya Grubu”, 26 Temmuz 2020’de, Beşiktaş Abbasağa Parkı’nda örgütlenen – ancak parkta yapılmasının yasaklanması üzerine Barbaros Meydanı’nda gerçekleşen – bir forumla harekete geçti. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkışın 5 Ağustos’ta AKP MYK’sında tartışılacağı söylentileri üzerine bu tarihte Kadıköy’de büyük bir eylem gerçekleştirdi. İzmir’de de “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır, Vazgeçmiyoruz” adıyla benzer bir kampanya grubu kuruldu. Yaz boyunca İstanbul’da ve pek çok başka şehirde mahalle mahalle eylemler, bildiri dağıtımları ve çok çeşitli etkinlikler devam etti. Özellikle Mersin’de bu eylemler 100 bin lirayı aşan para cezaları ile hedef alındı. Kampanya grupları, feminist örgütler, illerdeki kadın platformları ve Eşitlik İçin Kadın Platformu ortaklaşarak sosyal medya eylemleri gerçekleştirdi. Kadınların bu ortak mücadelesinin sonucunda ve toplumun farklı kesimlerinin İstanbul Sözleşmesi’ne sahip çıkmasıyla sözleşmeden çekilme tartışması bir süreliğine geri plana çekildi, ancak elbette son bulmadı.
2021 yılına gelindiğinde İstanbul Sözleşmesi karşıtlığı ve LGBTİ+fobinin devletin en üst kademeleri tarafından birlikte örgütlenmesiyle sözleşmeye saldırı şiddetlendi. Sözleşmenin 4. maddesindeki cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğini dahil eden ayrımcılık yasağı ve sözleşmedeki “toplumsal cinsiyet” ibaresi, yani toplumsal cinsiyet rollerinin şiddetin temelinde olduğu tespiti “aile yapısına zarar veriyor” denerek hedef alındı. Hem İstanbul Sözleşmesi “eşcinsel evliliği meşrulaştırıyor” gibi söylemlerle bu gündem LGBTİ+lara dönük nefreti alenen örgütlemenin ve toplumu bunun üzerinden şekillendirmenin bir aracı haline getirildi hem de LGBTİ+ karşıtlığı sözleşmeden çıkışın ve kadınları aile içindeki sömürü düzenine hapsetmenin alt yapısı olarak kullanıldı. Bu süreçte kadın ve LGBTİ+ hareketleri güçlü bir ses çıkardı. Ancak herhangi bir denetim mekanizmasına tabi olmayan bir Cumhurbaşkanı Kararı’yla 20 Mart’ı 21 Mart’a bağlayan gece yarısı sözleşmeden çıkıldığı ilan edildi.
21 Mart akşamı ve ilerleyen haftalarda bu kararın hukuksuz olduğunu, geri çekilmesi gerektiğini vurgulayan çok kalabalık eylemler yapıldı. Bu eylemlerde özellikle gökkuşağı bayrağı ve LGBTİ+ görünürlüğüne dönük özel yasaklar ve engeller dikkat çekti. Avrupa Konseyi’ne çekilme kararının bildiriminin ardından üç aylık sürenin 1 Temmuz’da dolacak olması nedeniyle özellikle 2021’in yaz aylarında eylemler hızlandı. 19 Haziran’da Maltepe’de Büyük Kadın Mitingi gerçekleştirildi. 1 Temmuz’da ise, İstanbul Sözleşmesi’ni Uygula Kampanya Grubu’nun çağrısıyla Taksim/Tünel meydanında yapılan eylemde “Bizim için Bitmedi” sözüyle İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanması için mücadelenin devam edeceği vurgulandı. Bu bağlamda kadın örgütleri, barolar ve siyasetçilerin Danıştay’da Cumhurbaşkanı Kararı’nın yürütmesinin durdurulması ve iptali için açtığı davalar büyük bir kalabalıkla takip edildi. 28 Nisan’da 1000’i aşkın kadın avukatın katılımıyla başlayan davalar sonucunda Danıştay 10. Dairesi 19 Temmuz’da kararını açıklayarak iptal istemini reddetti.
Böylece İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış kesinleşmiş oldu. Bu durum, toplumda kadına yönelik erkek şiddetinin ve LGBTİ+lara yönelik ayrımcılığın meşrulaşmasına hizmet etti. Son dönemde “şüpheli kadın ölümü” olarak üzeri örtülen kadın cinayetleri (Nadira Kadirova, Gülistan Doku, Aleyna Çakır örneklerinde olduğu gibi) daha çok gündem olurken, faillerin İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış tarafından cesaretlendirildiği, “Öldürsem de 3-5 ay yatar çıkarım” dediği görüldü. Devletin kadına yönelik şiddeti önleyen sözleşmeden çıkışı, Yargıtay’ın Hatice Kaçmaz kararında da görüldüğü üzere, cezasızlığın, erkeklik indirimlerinin ve üst mahkemelerde cezaların bozulmasının yaygın bir yargı pratiği haline getirilmesini hızlandırdı, kolluğun şiddeti önleme görevini etkin biçimde yerine getirmemesini kolaylaştırdı. Buna rağmen kadın hareketi, feminist hareket ve LGBTİ+ hareketi sözleşmeyi ve sözleşmenin temsil ettiklerini savunmaktan vazgeçmedi ve bu talebi toplumsallaştırma konusunda önemli bir başarı elde etti. Kimi belediyeler başta olmak üzere, farklı kurumlar İstanbul Sözleşmesi’ni esas almayı taahhüt etmeye başladı ve İstanbul Sözleşmesi’nin tekrar yürürlüğe konması bu başarının sonucunda muhalif siyasi partiler açısından önemli bir seçim vaadine dönüştü.
¹Bu rapor, Türkiye genelindeki hareketin gündemlerini özetlemeye çalışsa da, yazanların İstanbul’daki feminist harekette aktif olması nedeniyle, bahsi geçen eylem ve etkinlikler büyük oranda İstanbul deneyimiyle şekilleniyor.
²Akran tanımı kimi uzmanlar tarafından maksimum 3 yaş, kimileri tarafından ise 5 yaş fark olarak belirleniyor. 10 veya 15 gibi yaş farklarının akran ilişkisi olmadığını ifade eden feministler bir yandan da yıllardır çocuk yaşta zorla evlendirme tartışmasının akran cinselliği üzerinde baskı kurmaya dönüşmemesi gerektiğini savunuyor. Yani çocukların cinsel sağlık konusunda bilgilendirilerek büyümeleri ve özgür seçimler yapabilmeleri desteklenmesi gereken bir yaklaşımken çocuk yaşta evlilik ise çocuğun gelişimini engelleyen patriyarkal bir şiddet biçimidir.
³Nafaka hakkı açısından kadınların uygulamada yaşadığı sorunlar için, bkz. Kadın Dayanışma Vakfı, 2019. https://www.raporlar.org/yoksulluk-nafakasi-raporu-kadin-dayanisma-vakfi/ ve Kadının İnsan Hakları Yeni Çözümler Derneği, 2021. https://www.youtube.com/watch?v=3wYNJLPjtxs
⁴Bu konuda detaylı bir kronolojiye https://istanbulsozlesmesi.org/ ve
https://istanbulsozlesmesi.org/istanbul-sozlesmesi-kronolojisi/ adreslerinden erişilebilir.
B. Eylemlere, örgütlenmeye yönelik engellemeler
AKP’nin 20 yıllık iktidarında, özellikle 2013 sonrasında ifade özgürlüğüne yönelik otoriter müdahalelerinin gittikçe kuvvetlendiğini görüyoruz. 2013’te Gezi eylemlerinde polis şiddetinin dozu arttı. 2015’te de IŞİD’in demokratik hak talepleri için sokaklara çıkan kesimlere bombalı saldırıları ve yüzlerce kişinin hayatını kaybetmesi sonucu önce güvenlik, 2020 sonrasında ise pandemi gerekçe gösterilerek eylemler yasaklanmaya başladı. Bugün hemen hemen tüm yürüyüşler, demokratik eylemler ve protestolar, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na aykırı olmakla itham edilerek ya yasaklanıyor ya da polis müdahalesi ile karşılaşıyor. Ayrıca, Kürt kadın hareketi, feministler, kadınlar ve LGBTİ+’ların hak arama mücadelelerinde sokak eylemlerinin yasaklanmasının yanı sıra, özellikle Olağanüstü Hal’in (OHAL) ilan edildiği 2016 yılından bu yana dernekler kapatılıyor, derneklere ve aktivistlere davalar açılıyor, gözaltı ve tutuklamalar yapılıyor, hatta bazı salon etkinlikleri dahi yasaklanıyor. İfade özgürlüğü ve örgütlenmeye yönelik bu baskılar, feminist hareket için son dönemde önemli bir gündem başlığını oluşturuyor.
- Feminist Gece Yürüyüşü, Onur Yürüyüşü ve kadın eylemlerine saldırılar
8 Mart’ta feministlerin ilk gece yürüyüşü 2003 yılında İstanbul’da Irak savaşına karşı kadınların barış sözüyle Taksim Meydanı’ndan Mis Sokak’a doğru yapıldı. Sonrasında, 2005’te ilk kez Feminist Gece Yürüyüşü adıyla örgütlendi. O tarihten bugüne de Taksim’de her yıl feminist gece yürüyüşü tüm engellemelere rağmen düzenleniyor. Yıllar içerisinde, yürüyüş sadece İstanbul’la sınırlı kalmadı, birçok ilde yapılıyor.⁵ Yüze yakın feministle başlayan 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü’ne son yıllarda on binlerce kadın katılıyor. 20. yılını geride bırakan 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü ilk defa resmi olarak 2019 yılında İstanbul Valiliği tarafından yasaklandı. Yasaklanan ilk sene, binlerce kadın her şeye rağmen buluşup sokakları doldurdu. Polisin engellemelerine rağmen kadınlar dağılmayıp Eminönü’ne kadar yürüdüler. Sonraki yıllarda da Taksim yasağı devam etti. Kapatılan yollar ve yasaklara karşı Sıraselviler’de toplanan kadınlar Karaköy’de yürüyüşü sonlandırdılar.
2022’de önceki senelere göre şiddetin dozu arttı ve Taksim’e çıkan tüm yollarda polis engeline maruz kalındı. Ancak yine de Cihangir’de binlerce kişi toplanıp eylemi gerçekleştirebildi. Eylem sonrası, yürüyüşün ardından yıllardır organize edilen feminist parti de ilk defa polis tarafından engellendi, mekan boşaltıldı. Eylemi takip eden günlerde, eyleme katılmış olan bazı kadınlar “cumhurbaşkanına hakaret” iddiası ile emniyete ifade vermeye çağrıldılar. Feminist avukatların takip ettiği bu ifadelerle ilgili henüz bir işlem yapılmadı. Ancak 2021 yılında benzer şekilde “Tayyip kaç kaç kaç kadınlar geliyor” sloganına “ritmik zıpladıkları” gerekçesiyle eylem sonrasında gece baskınıyla evlerinden gözaltına alınan kadınlara yönelik açılan dava hâlâ sürüyor.
Benzer şekilde 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü eylemleri de 2018 yılından beri İstanbul Valiliği tarafından yasaklanıyor ve kadınların İstiklal Caddesi’nde yürümesi engelleniyor. Geçtiğimiz senelerde, cadde etrafındaki tüm sokaklar ve ara yollar kapatılıp, toplu ulaşımın Beyoğlu’ndaki durakları iptal edildi. Eyleme katılan bazı kadınlara “cumhurbaşkanına hakaret” iddiasıyla ya da eylemde ısrarcı olunması sebebiyle “2911 sayılı toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefetten” davalar açıldı. 25 Kasım 2022’de Taksim, Karaköy ve civardaki tüm yollar yine kapatılırken, 216 kadın ve LGBTİ+ gözaltına alındı. Bu gözaltılarda bir kadının bacağı kırıldı, bir avukat çembere alınarak işkenceye maruz bırakıldı, bir trans kadın taciz ve transfobiye uğradı, gözaltına alınanların neredeyse tamamı ters kelepçe ile tutulurken, yabancı uyruklu iki kadın hakkında sınır dışı kararı verildi.
Son yıllarda 25 Kasım ve 8 Martların polis engeliyle karşılaşmasıyla beraber çeşitli kadın eylemlerine yönelik gözaltı ve soruşturmalar da olağan hale getirildi/getiriliyor. Örneğin 2020 yılında Kadınlar Birlikte Güçlü’nün Beşiktaş’ta düzenlediği İstanbul Sözleşmesi forumu sonrası 8 kadın kafede otururken gözaltına alındı. Yukarıda da belirttiğimiz üzere, 2021’de feminist gece yürüyüşünden sonra 17 kadın evlerinden alınarak ifade vermeye götürüldüler ve haklarında “cumhurbaşkanına hakaret” davası açıldı. 2022 yılında, geriye dönük olarak 25 Kasım 2018 eylemine katılan 22 kadına yine dava açıldı. Ayrıca bu yıllarda İstanbul, Ankara, Mersin ve çeşitli illerde kadın eylemlerine katılan kişilere para cezası da verildi. Bunun yanı sıra, Kürt kadın hareketi ile birlikte gündemleştirilen konularda yapılan basın açıklamalarına dahi izin verilmediği gözlemleniyor. Örneğin son yıllarda Kadınlar Birlikte Güçlü’nün siyasetçi Aysel Tuğluk’un demans hastalığına rağmen cezaevinde tutulmasına dair Kadıköy’de yapacağı basın açıklaması engellendi. 2019’da yine Kadınlar Birlikte Güçlü’nün kayyum atamalarının kadınların kazanımlarına nasıl bir saldırı teşkil ettiğine dair eyleminde Beşiktaş Barbaros Meydanı’nda kadınların etrafı polis tarafından sarıldı ve 23 kişi gözaltına alındı.
Kadın eylemlerine karşı bu tahammülsüzlüğün daha da ağırlaştırılmış bir halini LGBTİ+ eylemlerine saldırılarda deneyimliyoruz. 2003’te yaklaşık 30 kişiyle başlayan İstanbul Onur Yürüyüşü, 2013 Gezi direnişi sonrasında on binlerce kişiyle Taksim sokaklarını doldurmuştu. Ancak 2015 yılından itibaren “genel ahlaka uygun olmadığı” gerekçesiyle yasaklandı. Yasağın ilk yıllarında yürüyüşün Ramazan ayına denk geldiği bahane edilerek, “toplumun hassasiyetleri” gerekçe gösterilerek geçiştirilirken, devam eden yıllarda da yasak şiddetlenerek devam etti. Yasağa rağmen bir araya gelenler yine polisin biber gazı, plastik mermi ile şiddetine ve gözaltılara maruz kaldı. Eylemlerin yanı sıra salon etkinliklerinin dahi engellendiği görüldü. Ankara’da ilk kez 2017 yılında LGBTİ+ etkinlikleri süresiz olarak yasaklandı. 2021’de gerçekleştirilmek istenen İstanbul Onur Haftası pikniğine Maçka parkında “milli güvenlik ve kamu düzenini bozduğu” gerekçesiyle polis müdahale etti ve piknik yapmak için toplanan kişiler yerlerde sürüklenerek park dışına atıldı. Yine 2022’de İstanbul Onur Haftası için planlanan film gösterimleri ve söyleşiler Valilik kararıyla yasaklandı. “Direniş” temasıyla gerçekleşen bu yılın Onur Yürüyüşü’nde 373 kişi gözaltına alındı. Gözaltında yaşanan hak ihlallerine karşı feministler başta güvenlik şube müdürü olmak üzere faillere karşı suç duyurusunda bulundu ve sorumlular hakkında soruşturma açıldı. Tüm bu davalar, feminist hareketin de çağrısı ve basın açıklamaları ile gündemleştiriliyor ve feminist avukatlar ile birlikte, kalabalık şekilde takip ediliyor.
Bu yasaklama, engelleme ve kriminalize etme halinin sistematikliğini açığa vuran bir biçimde, son olarak, Ağustos 2022’de İçişleri Bakanlığı 81 İl Valiliğine Üniversitelerde Güvenlik ve Barınma Tedbirleri Genelgesi gönderdi. Bu genelgede, “Terör örgütleri ile iltisaklı olduğu değerlendirilen öğrenci kulüpleri ve kadın platformları gibi illegal yapılanmaların üniversite içindeki yasa dışı faaliyetleri takip edilecek ve propaganda çalışmalarına dönebilecek faaliyetlerine izin verilmeyecek” denildi. Öğrenci kulüpleri ve kadın platformlarının resmi bir belgede “illegal yapılanma” olarak değerlendirmeleri dikkat çekti.
- Operasyonlar, tutuklamalar ve cezaevlerinin durumu
Kürt hareketinin son yıllarda giderek kriminalize edilmesiyle beraber Kürt kadın hareketi de pek çok operasyona maruz kalıyor. Bu operasyonlar özellikle 8 Mart ve 25 Kasım’larda ve sonrasında kadın örgütlenmelerine yönelik caydırıcı saldırılarla vuku buluyor. Örneğin, Kasım 2022’de Kürt kadın hareketinden TJA’lı kadınların farklı kentlerden gözaltına alındığı, 8’inin tutuklanıp 13’ünün ev hapsiyle cezalandırıldığı operasyon 25 Kasım’ın ardından düzenlendi. Yine bu yıl 8 Mart’ın ardından, 16 Mart 2022’de Rosa Kadın Derneği’nden ve TJA’dan çok sayıda kadın gözaltına alınmıştı. Ancak Kürt kadın hareketinin karşılaştığı engeller bununla sınırlı değil. Olağanüstü Hal sırasında Kanun Hükmünde Kararnamelerle kadın derneklerinin kapatıldığı, HDP belediyelerine atanan kayyumların kadın birimlerini kapattığı veya işlevsizleştirdiği 2016 yılından bu yana bu ve benzeri müdahaleler sürüyor. Feministler, hem sosyal medya kampanyaları üzerinden hem açıklamalarla hem sokakta yapılan eylemlerle hem de ziyaretlerle çeşitli dayanışma alanları yaratmaya çalışıyor. Kadın mücadelesinden ötürü olmasa da farklı alanlarda yürüttükleri mücadeleler nedeniyle ve cinsiyetçi saiklerle hedef gösterilen ve cezalandırılan Mücella Yapıcı, Şebnem Korur Fincancı, Canan Kaftancıoğlu gibi isimlerle dayanışma da bu çerçevede sürdürülüyor.
Hem son yıllarda siyaset yapan, örgütlenen kadınların yoğun biçimde tutuklanması ve hüküm giymesi nedeniyle, hem de feminist hareketin hayatına sahip çıkmak için, ölmemek için öldürmek zorunda kalmış ve bu nedenle cezaevinde olan kadınların davalarını takip etmesiyle birlikte cezaevleri ve cezaevlerindeki koşullar da feministlerin gündeminde olmaya devam ediyor. Özellikle gardiyanlar tarafından cinsel şiddete ve işkenceye maruz bırakıldığı anlatılan Garibe Gezer’in cezaevinde şüpheli ölümü ve demans hastalığına rağmen uzun bir süre Adli Tıp Kurumu’nun da dahliyle tahliye edilmeyen Aysel Tuğluk’un durumu nedeniyle eylem ve kampanyalar örgütlendi. Aysel Tuğluk için 1000 Kadın Kampanyası ve Kadınlar Birlikte Güçlü’nün Garibe Gezer ve Aysel Tuğluk için yaptığı eylem buna örnek verilebilir. Ayrıca cezaevindeki siyasetçi Gültan Kışanak’ın “Dışarının içeriye göz kulak olması gerekiyor” çağrısının da etkisiyle kadın mahpuslarla dayanışmak için kart atma eylemlerinin ötesinde başka eylemlilikler tartışılmaya başlandı. Yapılan toplantılarda, cezaevlerindeki koşulların yalnızca siyasi mahkumlar bakımından değil, erkek şiddeti nedeniyle adli koğuşlarda bulunan kadınlar, ağır ayrımcılık yaşayan LGBTİ+lar ve geri gönderme merkezlerindeki göçmenler açısından birlikte düşünülmesinin önemi vurgulandı. Toplam yaklaşık 300.000 tutuklu ve hükümlünün %3.9’unun kadın olduğu⁶, erkekler için tasarlanmış ve dolayısıyla kadınların ve LGBTİ+ların ihtiyaçlarını yok sayan, tamamen ikili cinsiyet sistemine ve kimlikteki cinsiyet hanesine dayalı cezaevi düzeninde, şiddet, yoksullaştırma, izolasyon, cinsel şiddet ve sağlığa erişimsizlik nedeniyle yaşanan problemler gündemleştirildi.
C. Türkiye gündemlerine feminist müdahaleler
Feminist hareket ve kadın hareketi bir yandan mevcut kazanımlarını korumak ve örgütlenme/eylem yapma özgürlüğüne sahip çıkmak için çaba gösterirken bir yandan da Türkiye’deki güncel konuların patriyarka ile bağlantısını kuran kampanyalar örgütlüyor. Bu bağlamda, hem ekonomik krizi/yoksullaşmayı ve yükselen savaşı ve ırkçılığı kadınlar ve LGBTİ+’lar özelinde değerlendirmek, hem de mevcut sistemi güçlendirmek için iktidarın dayandığı din ve aileye dair politikalara karşı ses çıkarmak mücadelenin önemli ayaklarını oluşturuyor. Yoksulluk, kriz, göç, savaş, sosyal politika, dini cemaatler, aile temelli Anayasa değişikliği gibi Türkiye gündemleri de feministler açısından bir müdahale alanına dönüşüyor.
- Ekonomik krizin feminist değerlendirmesi – Yoksulluğa Feminist İsyan
Ekonomik açıdan halihazırda dezavantajlı konumda olan kadınlar, pandemi ve ardından derinleşen kriz ile her zamankinden çok daha ciddi bir yoksullaşma ile karşı karşıya kaldı. 2022’de bugün içerisinde olduğumuz kriz, aynı zamanda ciddi bir bakım emeği krizi ve yoksullaşma koşulunda hayatı sürdürme yükü kadınların üzerine yıkılıyor. Feministler, bu süreçte kadınlar ve LGBTİ+’ların yaşadıklarına dair bir politika oluşturma amacıyla bir kampanya örgütledi. İlk eylemini 30 Aralık 2021 tarihinde yılbaşı ağaçlarına fatura asarak başlatan kampanyanın ana sözü ve kampanya adı Yoksulluğa Feminist İsyan oldu.
Bu ilk eylemin ardından kampanya grubu, yazdığı bir manifesto ile devletin mevcut bütçesinin, sermaye sahiplerini değil halkı ve toplumsal cinsiyet eşitliğini önceleyen bir bakışla ele alınması durumunda başka bir ekonomik dağılımın mümkün olabileceğinin altını çizdi. Manifesto metni, barınamayan, geçinemeyen kadınlar ve LGBTİ+’lar için, tüm dezavantajlı kesimlerin eşit ve bir arada yaşayabilmesi için “Başka türlü bir enerji politikası, başka türlü bir vergi politikası, başka türlü bir istihdam politikası, başka türlü bir sosyal politika, başka türlü bir hayat”tan söz ediyor. Kampanya grubunun tartışmalarının bir çıktısı mahiyetindeki manifesto, öncelikle sosyal medyadan yayıldı ve ardından bildiri haline getirilerek semt pazarlarında dağıtıldı. Bu bildiri dağıtımları kadınların yaşadıklarını, krizden nasıl etkilendiklerini konuştukları bir paylaşım alanına dönüştü: İşlerini kaybeden kadınlar, pandemi sebebiyle evden çalışırken bakım emeği yükü altında ezilen kadınlar, elektrik ve doğalgaz faturası fazla gelmesin diye çocuklar ve diğer aile üyeleri eve gelene dek soğukta ve karanlıkta oturan kadınlar, barınma sorununu çözemeyeceği için mevcut ilişkisinde sorun olsa dahi ayrılamayan kadınlar yaşadıklarını anlattılar.
Kampanya grubu krizin feminist değerlendirmesine ek olarak çeşitli dayanışma eylemleri de düzenliyor. Feminist hareketin kadın işçilerin ağırlıkta olduğu direnişlerle dayanışma pratikleri daha önce de Desa, Novamed, Flormar gibi kampanyalar ve işçi grevlerinde mevcut. Yoksulluğa Feminist İsyan kampanya grubunun dayanışma eylemlerini şu şekilde sırayabiliriz: Farplas’ta sendikalaştığı için işten atılan kadınlar fabrika önünde direnişlerini sürdürürken, Yoksulluğa Feminist İsyan kampanya grubu hem sosyal medya eylemi örgütledi hem de direniş alanını ziyaret etti. Ardından Bursa’da Acarsoy Tekstil’de mobbinge, tacize karşı ve insanca, yaşanabilir bir ücret için mücadele ederek sendikaya üye oldukları gerekçesiyle işten atılan dört kadın işçiye de dayanışma ziyaretinde bulunuldu. Ziyaret sonrası firmanın ürün ürettiği global giyim mağazalarında kıyafetlere “bu ürünü üreten kadın işçiler haklarını aradıkları için işten atıldı” yazan etiketlerin yerleştirildiği bir eylem yapıldı ve bu eylemin videoları sosyal medyadan yayıldı. Büyütülen dayanışma ve kadın işçilerin direnişi sayesinde işveren işten çıkardığı işçilere haklarını vermeye ve sendikanın fabrikada örgütlenmesine ikna olmak zorunda kaldı. Kadın işçiler işe iade için de direnişlerini sürdürüyor. Benzer dönemde başlayan, fabrika kapanacak denerek tazminatları ve ikramiyeleri gasp edilen ETF Tekstil işçilerinin direnişi de sosyal medya eylemleriyle yaygınlaştırıldı ve dayanışma gösterildi. Koç Üniversitesi Hastanesi’nde tacizci bir müdüre ve mobbinge karşı sendika hakkını savunan işçilere de aynı kampanya kapsamında ziyaret gerçekleştirildi.
Kampanya grubu işçi direnişlerinin yanı sıra barınma sorunuyla ilgili de söz üretti. İstanbul’da özellikle 2005 yılında Sulukule’de gündemleşen ve emekçilerin barınma haklarının ellerinden alındığı kentsel dönüşüm adıyla gerçekleşen rant projelerinin bir benzeri 2021’den itibaren Okmeydanı’nın Fetihtepe mahallesinde ve Beykoz Tokatköy’de yaşanıyordu. İnsanların evlerine çevik kuvvet eşliğinde girerek elektrik, su ve doğalgazları kesilirken yine hanenin yükü ve yıkımın ağırlığı kadınların üzerine yığılıyordu. Yoksulluğa Feminist İsyan kampanya grubu Fetihtepe’de kadınlarla bir forum gerçekleştirerek sorunları dinledi, dayanışma gösterdi. Ardından ilgili kamu kuruluşları ile temas etmeye çalışılarak akut sorunlar giderilmeye çalışıldı. Sosyal medya üzerinden kampanya düzenlendi. Günümüzde kampanya grubu çalışmalarına devam ediyor.
- Aile politikaları, toplumun din temelli şekillendirilmesi ve Diyanet’in yeri
Aile her zaman hem Türkiye’nin genel gündeminin hem de feminist politikanın önemli konu başlıklarından biri olsa da, son dönemde bir yandan İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış, bir yandan Anayasa’da aileyi tanımlama tartışmaları, toplumsal cinsiyet eşitliğinin “aileyi yıktığı” gibi iddialarla özellikle yer tutuyor. Aile içinde yaşanan şiddet ve çocuk istismarının üzerinin “aile değerlerini korumak” adı altında nasıl örtüldüğünün pek çok örneği ayyuka çıkıyor. Ailenin kadınların emeğini ve bedenini denetleme ve LGBTİ+ karşıtı politikaların merkezine oturtulması yalnızca Türkiye’ye özgü değil; sağ popülizmin yükselişiyle tüm dünyada siyasetin “gender mainstreaming” (toplumsal cinsiyetin ana akımlaştırılması) yerine “family mainstreaming”e (aile değerlerinin ana akımlaştırılması) kaydığı bir süreç yaşanıyor. Türkiye’de bunun tezahürü özellikle 2000’lerden bu yana nüfus politikaları ve sosyal politikaların aile ve Diyanet ekseninde şekillendirilmesi oldu.
Feministler, 2008 yılında Başbakan olan Erdoğan’ın “En az üç çocuk doğurun” demesine, 2011’de Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın kaldırılıp Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na dönüştürülmesine, 2012’de kadına yönelik şiddetle mücadele kanunu olarak çıkarılan 6284 sayılı kanunun “aileyi korumayı” merkeze almasına, aynı yıl kürtajı yasaklama girişimine, 2015’de “Annelik en önemli kariyerdir” diyen Sağlık Bakanı’na, 2016’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Anne olmayan kadın eksiktir, yarımdır” demesine hep kadınları aileye sıkıştıran bakışa itiraz etme çerçevesinde karşı çıktılar. Bu durum 2010’larda ve özellikle 2015 sonrasında sosyal politikanın da giderek bir yardım-sadaka haline indirgenmesiyle, kadınları güçlendiren politikalar bütçesiz kalırken, dağıtılan yardımların tamamının aile içinde tanımlamaya (ailedeki bir yaşlı veya engelliye bakım veren, dul veya çocuklu kadınlar) yönelik olmasıyla iyice derinleşti. Bir yandan 4. Yargı Paketi’nde cinsel suçlar için getirilen “somut delil” şartıyla cinsel istismarın cezasız kalması kolaylaşır, aile içinde cinsel istismar görmezden gelinir ve çocuk yaşta evlendirme adeta teşvik edilirken, diğer yandan da LGBTİ+ harekete ve feminist mücadeleye saldırılar “aile değerleri” üzerinden şiddetlendi.
Bu noktada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın oynadığı, cinsiyet eşitsizliğini üreten bir kurum olarak aileyi muhafaza etme rolünü sorunsallaştırmak da feminist hareket açısından özellikle son yıllarda ciddi bir mücadele alanına dönüştü. 2017’de müftülere nikah kıyma yetkisi veren Müftülük Yasası ve buna karşı örgütlenen “Bu Yasalar Böyle Geçmez” kampanyasıyla bu bir kez daha ayyuka çıkmış oldu. Eşitliğin “fıtrata aykırı” olduğunu iddia eden bir kurumun evlilik için yetkilendirilmesine yükseltilen itiraz bununla sınırlı değildi, Diyanet’in ve çevresindeki dini vakıfların ve cemaatlerin bütünüyle sosyal politika ve eğitim alanında, gerek bütçeleriyle gerek farklı kurumlarla imzaladıkları protokollerle eriştikleri belirleyici konuma tümden karşı çıkılıyordu. Erkek şiddetiyle mücadele için kurulan sığınak ve danışma merkezi gibi kurumlar aynı ölçüde yaygınlaşmazken her yerde açılan Aile ve Dini Rehberlik Büroları’na, sosyal çalışmacı ve psikologdan fazla din görevlisi atanmasına, Milli Eğitim Bakanlığı yerine dini vakıfların denetimsiz yurt açmasına itiraz ediliyordu. 2018 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sitesindeki Dini Kavramlar Sözlüğü’nde kız çocuklarının 9 yaşında “baliğ olduğu”, dolayısıyla evlenebileceğinin yazdığı (sonradan kaldırıldı) ortaya çıktı. Bunun sonrasında da, özellikle pandemi ve daha sonra İstanbul Sözleşmesi bağlamında Diyanet İşleri Başkanı’nın LGBTİ+lara karşı nefret suçu teşkil eden açıklamalarıyla kurum defalarca feminist hareketin gündemine geldi.
Bu gündem 2022’nin sonuna geldiğimiz bugünlerde de Anayasa tartışmalarıyla sürüyor. Kadınlar 24. maddeye, “Hiçbir kadın; dini inancı sebebiyle başını örtmesi ve tercih ettiği kıyafetinden dolayı eğitim ve öğrenim, çalışma, seçme, seçilme, siyasi faaliyette bulunma, kamu hizmetlerine girme ile diğer herhangi bir temel hak ve hürriyeti kullanmaktan ya da kamu veya özel kesim tarafından sunulan mal ve hizmetlerden yararlanmaktan hiçbir surette yoksun bırakılamaz” şeklinde yapılmak istenen değişikliğin kadınları Anayasa’da “başı örtülü veya açık” diye ayrıştırarak laiklik ve eşitlik ilkelerini zedeleyeceğini ifade ediyor. Ayrıca 41. maddeye LGBTİ+ evlilikleri – sanki yasalmış gibi – yasaklamak üzere yapılmak istenen “Evlilik birliği, ancak kadın ile erkeğin evlenmesiyle kurulabilir” şeklindeki eke ve “aileye yönelik her türlü tehlike, tehdit, saldırı, çürüme ve sapkınlığa karşı tedbir almak” şeklindeki insan haklarına aykırı, homofobik ve transfobik nefret suçu içeren gerekçesine karşı çıkıyor. Anayasa’nın 24. ve 41. maddelerinde yapılmak istenen değişikliklere muhalefet partilerinin de açıktan hayır dememiş olması feministlerin ve bir bütün olarak kadın hareketinin tepkisini çekiyor. ⁷
- Savaş ve ırkçılık karşıtı mücadele
Savaş Türkiye’de 80’lerin sonunda ilk örgütlendiğinden beri feminist hareketin gündeminde olan bir olgu. Bu özellikle 2009 senesinde Barış için Kadın Girişimi’nin kurulmasıyla beraber daha sistematik olarak gündeme alındı. 2013 yılında çözüm sürecine bir taraf olarak müdahil olan ve rapor yayınlayan Barış için Kadın Girişimi, 2015 yılında sürecin bitmesi ve çatışmanın yeniden başlamasıyla çok sayıda sokak eylemi ve kampanya örgütledi. Ablukalara karşı ses çıkardı, yıkılan yaşam alanlarının yeniden kurulması için harekete geçti ve tüm bunların patriyarkayla ve erkek şiddetiyle, kadın yoksullaşmasıyla bağlantısını kurarak barış talebini toplumsallaştırmaya, Kürt kadın hareketiyle dayanışmaya çalıştı. OHAL’den itibaren barış sözünün giderek hedef haline getirilmesiyle Barış için Kadın Girişimi’nin de eski aktifliğini sürdürememesine rağmen feministler ve kadın hareketi her aşamada savaşa karşı ses çıkarmaya devam etti. Bunun en son örneği de 13 Kasım 2022’de İstiklal Caddesi’ndeki bombalama sonrasında Suriye’nin kuzeyine yapılan hava operasyonlarına karşı Kadınlar Birlikte Güçlü grubunun barış talebini dile getirmesiydi.
Kürt halkının yanı sıra, Suriye’de ve Ortadoğu’nun çeşitli ülkelerinde yürütülen ve Türkiye’nin de militarist politikalarıyla dahil olduğu savaşlarla artan dış göç sonucu, göçmenler ve mülteciler de Türkiye’de en temel haklardan mahrum, ırkçılığa ve şiddete her zamankinden daha açık hale geldi. Suriyeli, İranlı, Afgan ve Afrika’nın çeşitli ülkelerinden kadınlarla ve LGBTİ+larla dayanışmak ve ırkçılığı teşhir etmek de giderek feminist bir gündem maddesine dönüştü. Türkiye’de göçmenler en düşük ücretlerle, hatta ücretlerinin bile ödenmediği sömürü koşullarında çalıştırılıyor. Orta ve üst sınıf temizlik ve bakım hizmetlerinde güvencesizlik nedeniyle daha düşük ücretli oldukları gerekçesiyle göçmen kadınları tercih ediyor. Göçmen kadınlar ve çocuklar hem göç yolunda hem Türkiye’de istismara maruz kalıyor. Bu anlamda göçmen kadınları koruyan İstanbul Sözleşmesi’nden de çekilen Türkiye’de göçmen kadınların şiddet ve taciz durumunda şikayet mekanizmalarına erişiminin adeta önü kesilmiş durumda.
Ekonomik krizin yükseldiği ve patriyarkanın güçlendiği son yıllarda, işsizliğin, yüksek kiraların, barınamamanın ve artan tacizin müsebbibi olarak ilan edilen göçmenler bir anda toplumsal öfkenin hedefi haline getirildi. Göçmen kadınların maruz kaldığı emek sömürüsü, cinsel istismar ve taciz gibi erkek şiddeti biçimleri asla konuşulmazken, ezici çoğunluğu Türkiye vatandaşı olan failler cezasız kalırken göçmen erkekler tacizlerin birincil faili gibi yansıtıldı. Cinsel suç faili Türkiyeli değil göçmense uyruğu ile haberleştiren medya ve sosyal medya platformları da buna katkı sağladı.
Öte yandan, Taliban’ın Kabil’de yönetimi ele alması, Afganistan’dan kadınların dayanışma çağrısı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Taliban’ın inancıyla ters yanımız yok” demesi üzerine 20 Ağustos 2021’de “Hayatları için direnen Afganistanlı kadınların yanındayız”, “Dayanışmamız sınır tanımaz” ve üç dilli olarak (Farsça, İngilizce, Türkçe) “#AfganKadınlarlaDayanışmaya” yazılı pankartlarla Kadıköy’de eylem yapıldı. Daha sonrasında, kadına yönelik şiddet ve tacizle mücadele ırkçı, göçmen karşıtı söylemlerin yükseltilmesine karşı çıkmak amacıyla kadın örgütleri ve feministler ortak bir kampanya için Mayıs 2022’de bir araya geldi. İşsizliğin ve kadına yönelik şiddet/taciz oranlarının artışında patriyarkal kapitalist sistemin ve iktidarın rolünü görmeyen ve bunun yerine göçmenleri hedef haline getiren ırkçı söylemlere karşı oluşturulan Sınırsız Kadın Dayanışması “ırkçılığın, ayrımcılığın, göçmen düşmanlığının ve körüklenen nefretin değil, göçmenlerin yanındayız” diyerek bir imza kampanyası başlattı. 700’ün üzerinde kadının ve 82 kadın örgütünün imzasıyla bir metin yaygınlaştırdı. Dayanışma grubu, 18 Haziran 2022’de Birlikte Yaşamak İstiyoruz İnisiyatifi’nin çağrısıyla gerçekleşen ırkçılık karşıtı eyleme kadınların sözüyle katıldı. 20 Haziran 2022’de Uluslararası Mülteciler Günü’nde ise “Kadına yönelik şiddetin ırkı; kadın dayanışmasının sınırı olmaz!” diyerek bir sosyal medya eylemi yaptı. Dayanışma grubu ırkçılığa karşı sosyal medya eylemleriyle çözüm önerilerini ve göçmen kadın ve LGBTİ+’larla dayanışmayı büyütme çağrısını yaygınlaştırıyor. Bu sırada İran’da Mahsa Jina Amini’nin 16 Eylül’de ahlak polisi tarafından öldürülmesi üzerine başlayan isyan Türkiye’de de dini baskılarla mücadele eden kadın hareketinin gündemine geldi. Kadınlar Birlikte Güçlü, İranlı kadınlarla birlikte hem İran Konsolosluğu önünde hem Kadıköy’de eylemler yaptı. İranlı kadınlarla birlikte bir dayanışma ve mücadele grubu kuruldu. Irkçılık karşıtı mücadele ve kadınlarla sınır ötesi dayanışma, feminist hareketin gündemlerinden olmaya devam ediyor.